BAKARA 186 |
وَإِذَا
سَأَلَكَ عِبَادِي
عَنِّي
فَإِنِّي
قَرِيبٌ
أُجِيبُ
دَعْوَةَ
الدَّاعِ
إِذَا
دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ
لِي وَلْيُؤْمِنُواْ
بِي
لَعَلَّهُمْ
يَرْشُدُونَ |
186. Kullarım sana
Benim hakkımda sorarlarsa şüphesiz Ben pek yakınım.. Bana dua ettiğinde dua
edenin duasını kabul ederim. O halde onlar da Bana icabet ve Bana iman
etsinler. Ta ki doğru yola ulaşmış olsunlar.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
1- Allah'a Dair Soru Sormak ve Ayetin
Nüzul Sebebi:
2- Yüce Allah'ın Yakınlığı:
3- Dua, ibadet ve Kabul:
4- Doğru Yola Ulaşmak için:
1- Allah'a Dair Soru
Sormak ve Ayetin Nüzul Sebebi:
Yüce Allah'ın:
"Kullarım sana Benim hakkımda sorarlarsa .. " buyruğunun anlamı
şudur: Kullarım sana hak ma'buda dair soru sorarlarsa onlara bildir ki: O pek
yakındır. İtaatin ecrini verir. Dua edenin duasını kabul eder. Kulun oruç namaz
ve buna benzer yaptıklarını bilir.
Bu ayet-i kerimenin
nüzul sebebi hakkında farklı görüşler vardır. Mukatil der ki: Hz. Ömer, (bir
Ramazan günü) yatsı namazından sonra hanımı ile birlikte olımış daha sonra buna
pişman olup ağlamıştı. Resulullah (s.a.v.)'ın yanına gelerek durumu ona
bildirmiş ve üzüntülü bir şekilde geri dönmüştü. Bu olay, konu ilgili ruhsatın
inişinden önce idi. Bunun üzerine: "Kullarım sana Benim hakkımda
sorarlarsa şüphesiz Ben pek yakınım" ayeti nazil oldu.
Bir diğer görüşe göre
önceleri uyuduktan sonra yemek yemeyi terk farz idi. Onlardan birisi uyuduktan
sonra yemek yedi, sonra da pişman oldu. Bunun üzerine bu ayet-i kerime tevbenin
kabulü ve sözü geçen hükmün neshini belirtmek üzere nazil oldu ki ileride (187.
ayette) buna dair açıklamalar gelecektir.
el-Kelbi'nin Ebu
Salih'ten onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiş:
Yahudiler şöyle dedi: Sen bizim ile sema arasında beşyüz yıl bulunduğunu ve her
bir semanın kalınlığının yine bu kadar olduğunu ileri sürdüğün halde Rabbimiz
bizim dualarımızı nasıl işitir? Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
el-Hasen der ki: Bu
ayet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Birtakım kimseler Resulullah (s.a.v.)'a:
Rabbimiz yakın mıdır, O'na fısıldaşarak dua edelim, yoksa uzak mıdır O'na
yüksek sesle seslenelim, dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime indi.
Ata ve Katade der ki:
Yüce Allah'ın: "Rabbim! buyurdu ki: Bana dua edin ki Ben de duanızı kabul
edeyim" (el-Mü'min, 60) buyruğu nazil olunca kimileri: Hangi vakitte O'na
dua edelim? diye sordular. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
2- Yüce Allah'ın
Yakınlığı:
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Ben pek yakınım" buyruğunun anlamı, duayı kabul etmek
suretiyle yakınlıktır. Bir görüşe göre de ilmiyle, bir diğer görüşe göre ise
Ben velilerime (mü'min dostlarıma) lütuf ve ni'metlerimle pek yakınım, anlamına
geldiği belirtilmiştir.
3- Dua, ibadet ve
Kabul:
"Bana dua ettiğinde
dua edenin duasını kabul ederim" yani Ben Bana ibadet edenin ibadetini
kabul ederim. Buna göre burada "dua" ibadet anlamındadır.
"İcabet" de kabul etmek anlamındadır. Bunun delili Ebu Davud'un
rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: en-Numan b. Beşir Peygamber (s.a.v.)'ın
şöyle buyurduğumı nakletmektedir: "Dua ibadetin kendisidir. Çünkü:
"Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua ediniz duanızı kabul edeyim.
"(el-Mü'min, 60)"
Görüldüğü gibi burada
Hz. Peygamber "dua"ya ibadet adını vermiştir. Yüce Allah'ın şu
buyruğu da bu kabildendir: "Muhakkak büyüklük taslayarak Benim ibadetimden
yüzçevirenler pek yakında hor ve hakir olarak cehennemegireceklerdir.
"(el-Mü'min, 60). Burada da "ibadet", bana dua etmeyi dahi
kibirlerine yedirmeyenler, demektir.
Yüce Allah bu ayet-i
kerimede dua etmeyi emir buyurmuş, duaya teşvik etmiş ve onu ibadet diye
adlandırmış, onların dua ve ibadetlerini kabul edeceği vadinde bulunmuştur.
Leys, Şehr b.
Havşeb'den, o Ubade b. es-Samit'ten rivayetle (Ubade) dedi ki: Resulullah
(s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim: "ümmetime üç şey verildi ki
peygamberler dışında kimseye verilmemiştir. Allah bir peygamber gönderdi mi:
Bana dua et ben de duanı kabul edeyim, diye buyururdu. Buna karşılık bu ümmete
de: "Bana dua edin Ben de duanızı kabul edeyim'' diye buyurmuştur.
Allah daha önceden bir
peygamber gönderdi mi o peygambere: Dinde senin için herhangi bir zorluk
kılmamıştır, diye buyururdu. Allah bu ümmete de: "Dinde size güçlük
vermedi"(el-Hacc, 78) diye buyurmuştur. Yine Allah daha önceden bir
peygamber gönderdi mi o peygamberi kavmine karşı bir şahit kılardı. Allah bu
ümmeti de bütün insanlara karşı şahitler kılmıştır."
Halid er-Rib'ı şöyle
dermiş: Yüce Allah'ın: "Bana dua edin) Ben de duanızı kabul
buyurayım" (el-Mü'min, 60) buyruğu ile bu ümmete olan lütfu gerçekten
hayret vericidir. Bir taraftan onlara dua etmelerini emretmekte, diğer taraftan
-arada herhangi bir şart koşmaksızın- dualarını kabul edeceğini va'd
buyurmaktadır. Orada bulunanlardan birisi ona: Ne gibi? diye sorunca şu şekilde
cevap verir: Mesela Yüce Allah'ın: "iman edip salih amel işleyenlere ..
müjdele" (Bakara, 25) buyruğunda bir şart vardır. Buna karşılık:
"iman edenlere Rableri katında muhakkak bir "kadem-i sıdk (amelleri
için güzel bir ecir) olduğunu müjdele" (Yunus, 2) buyurmaktadır. Burada da
amel şartı koşulmamıştır. Bir diğer örnek Yüce Allah'ın şu buyruğundadır:
"Dini yalnız O'na halis kılanlar olarak Allah)a dua ediniz.'' (el-Mü'min,
14) Bu buyrukta (dini halis kılmak) şartı vardır. Buna karşılık: "Bana dua
edin Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü'min, 60) buyruğunda ise bir şart
yoktur. Bundan önceki ümmetler ihtiyaçları için peygamberlerine gider ve
peygamberlerinin bu ihtiyaçlarını Allah'tan dua edip istemelerini talep
ederlerdi.
Peki, kimi zaman kişi
dua ettiği halde bu duası kabul olunmamaktadır. Bunun sebebi nedir? diye sorulursa
buna cevap şudur: Yüce Allah'ın işaret ettiğimiz her iki ayetteki (Bakara, 186
ile Mu'min, 60. ayette) buyruğunun hakkın kendisi olduğu bilinmelidir. Ancak bu
kayıtsız ve şartsız olarak dua eden herkesin ve duada istenen herşeyin
istisnasız olarak kabul edilmesini gerektirmez. Şanı Yüce Allah bir diğer
ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice
dua edin. Şu bir gerçektir ki O haddi aşanları sevmez. '' (el-A'raf, 55)
Bilerek ya da bilmeyerek büyük bir günah üzerinde ısrar eden herkes haddi aşan
bir kimsedir. O haddi aşanları sevmediğini haber vermektedir. Peki böyle bir
kimsenin duasını nasıl kabul buyurur? Haddi aşmanın ise pek çok çeşitleri
vardır. Buna dair açıklamalar burada ve Yüce Allah'ın izniyle A'raf Süresi'nde
(işaret edilen ayet-i kerimede) gelecektir.
Kimi ilim adamı da şöyle
demektedir: "Dilediğim takdirde duasını kabul ederim" demektir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"O da dilerse dua
etiğiniz şeyi açar (giderir)'' (el-En'am, 41) O takdirde bu iki buyruk mutlak
ve mukayyed kabilinden buyruklar olurlar.
Peygamber (s.a.v.)'ın
kendisi de üç hususu Allah'tan dilemiş, ona bunlardan iki tanesi verilmiş bir
tanesi verilmemiştir. Buna dair açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle el-En'am Süresi'nde
(65. ayette) gelecektir.
Bu hususta şöyle de
denilmiştir: Bu buyrukla verilen haberden kasıt, bütün mü'minlere şanı Yüce
Rablerinin bu vasıfta olduğunu bildirmektir. O genel olarak dua edenlerin
duasını kabul eder. Kula pek yakındır, duasını işitir. Onun içinde bulunduğu
sıkıntıyı bilir. O bakımdan onun duasına dilediği şey ile ve dilediği şekilde
cevap verir: "Kıyamete kadar duasını kabul etmeyecek Allah'tan başka
kimseye dua eden kişiden daha sapık kim ola bilirr (el-Ahkaf, 5)
Kimi zaman efendi
kölesinin isteğine baba oğlunun isteğine cevap verir ancak isteğini
vermeyebilir. O bakımdan dua edilmesi ile birlikte bu cevap verme kaçınılmaz
olarak husüle gelmektedir. Çünkü "kabul ederim, icabet ederim"
buyrukları bir haberdir. Haber ise nesholmaz. Çünkü neshedildiği takdirde haber
veren yalan söylemiş olur. Bu açıklamaya İbn Ömer'in Peygamber (s.a.v.)'dan
rivayet ettiği şu hadis-i şerif delalet etmektedir: "Her kime dua etmesi
kolaylaştırılırsa ona icabet kapıları da açılır." Yüce Allah Hz. Davud'a
şöyle vahyetmiştir: Kullarımdan zalim olanlara Bana dua etmesinler, de. Çünkü
Ben kendim için dua edenin duasını cevaplandırmayı takdir buyurdum. Ve Ben
zalimlerin duasına cevap verecek olursam, onlara lanet ederim.
Bir kesim de şöyle
demiştir: Allah her duayı kabul eder. Bu kabul ya dünyada açıkça ortaya çıkar,
ya da Allah dua edenin günahını bağışlar ya da o duayı onun adına ahirete
saklar.
Çünkü bu konuda Ebu Said
el-Hudrı Rasülullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Muhtevasında günah ve akrabalık bağını kesmek bulunmayan bir dua ile dua
eden her bir müslümana mutlaka Allah bu duası karşılığında üç şeyden birisini
verir: Ya çabucak (dünyada) ona dua edip istediğini verir. Ya (ahirete) onun
için saklar, ya da onun benzeri bir kötülüğü ondan alıkoyar." Bunun
üzerine ashab-ı kiram: O halde biz de çokça dua ederiz, deyince Hz. Peygamber:
"Allah'ın bağışı daha da çoktur" diye cevap verir. Bu hadisi Ebu Ömer
b. Abdi'l-Berr rivayet etmiş, Ebu Muhammed AbdüIhak sahih olduğunu belirtmiştir.
Muvatta"da ise senedi munkatı'dır. Ebu Ömer der ki: Bu hadis-i şerif Yüce
Allah'ın: "Bana dua ediniz Ben de duanızı kabul edeyim" (el-Mü'min,
60) buyruğunun tefsiri olarak zikredilmektedir. İşte bütün bu şekiller duanın
kabul edilmesi kabilindendir.
İbn Abbas da der ki: Ben
dua eden herkesin duasını kabul ederim, demektir. Eğer duasında dilediği
şeyonun için dünyada rızık olarak tayin edilmiş ise o istediğini ona veririm.
Eğer dilediği şey dünyada ona rızık olarak tayin edilmemişse (ona sahip olacağı
takdir edilmemişse ahirette) onun için saklı tutulur.
Derim ki: Ebu Said
el-Hudrı'den gelen hadis-i şerif her ne kadar üç halden birisinde duanın kabul
edileceğini ifade etmekte ise de duanın kabul olunmasını engelleyen haddi
aşmaktan uzak durmak ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların doğruluğuna
hadis-i şerifteki: "Mahiyetinde günah veya akrabalık bağını kesmek
olmadıkça" ifadeleri delildir. Müslim ayrıca "acele etmedikçe"
kaydını da eklemektedir. Müslim bunu Ebu Hureyre'den o da Peygamber
(s.a.v.)'den şöylece rivayet etmektedir: "Mahiyetinde günah veya akrabalık
bağını kesmek bulunmadıkça ve acele istemedikçe kulun yaptığı dua kabul
olunur." Ey Allah'ın Resülü, acele istemek ne demektir? diye sorulunca Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Kul, dua ettim, yine dua ettim fakat duamın
kabul olunduğunu görmedim. Bu sefer dua etmekten usanır ve duayı
terkeder."
Buhari, Müslim ve Ebü
Davüd da Ebu Hureyre'den Resülullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu
nakletmektedirler: "Acele edip de ben dua ettiğim halde duam bir türlü kabul
olunmadı, demediği sürece sizin (her) birinizin duası kabul olunur."
İlim adamlarımız
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: "Duası kabul
olunur" buyruğu duanın kabul olunacağının vücübunu haber vermek anlamına
geldiği gibi, bu kabulün olabileceğini haber vermek anlamına da gelebilir.
Eğer bu, kabulün
gerçekleşeceğinin vücubunu haber vermek anlamında ise, duanın kabulü sözü geçen
üç halden birisi ile gerçekleşir anlamındadır. Kul: Ben dua ettim de duam kabul
olunmadı, dediği takdirde ise bu üç husustan herhangi birisinin meydana gelmesi
sözkonusu olmaz ve artık dua bu şekillerden herhangi birisiyle kabul olunma
imkanını kaybeder.
Şayet duanın kabul
edilmesinin mümkün olması anlamına geliyor ise, o takdirde duanın kabul
olunması özel olarak duasında talep ettiği şeyin yerine getirilmesiyle
sözkonusu olur. Bunun gerçekleşmesini ise dua eden kimsenin: "Dua ettiğim
halde duam bir türlü kabul olunmadı" demesi engeller. Çünkü bu, Allah'tan
ümit kesmek ve yakinin zayıflığı kabilindendir. Allah'ın gazabına uğramak
kapsamına girer.
Derim ki: Haram yemek ve
bu manada olan davranışlar da duanın kabul olunmasına engeldir. Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Adam saçı sakalı birbirine karışmış, toza
bulanmış haliyle uzun yolculuk yapar, ellerini semaya doğru uzatarak: Yarabbi
yarabbi (diye dua eder) bununla birlikte onun yediği haram, içtiği haram,
giydiği haram, beslendiği haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul
olunur?"
Burada bu soru bu
niteliklere sahip olan kimsenin duasının kabul olunmasının uzak bir ihtimal
olduğunu ifade edecek bir üsluptadır.
Buna göre duanın kabul
olunması için dua edende, duanın kendisinde ve duada istenen şeyde birtakım
şartların bulunması kaçınılmazdır.
Dua edende aranan
şartların bir kısmını şöylece sıralayabiliriz:
1. Allah'tan başka
ihtiyacını karşılamaya kadir kimsenin bulunmadığını ve ihtiyacının
gerçekleşmesi için gerekli araç ve vasıtaların O'nun kabzasında olduğunu, O'nun
müsahhar kılmasıyla müsahhar kılındığını bilmesi.
2. Samimi bir niyet ve
tam bir kalp huzuru ile dua etmesi. Çünkü Yüce Allah gafil ve başka şeylerle
oyalanan kalple yapılan duayı kabul etmez.
3. Haram yemekten uzak
durması.
4. Dua etmekten
usanmaması.
Yapılan duada istenen
şeylerde aranan şartlara gelince: Şer'an istenmesi ve yapılması caiz olan
işlerden olması. Nitekim hadis-i şerifte: "Günahı gerektirici veya
akrabalık bağını koparıcı bir duada bulunmadıkça" diye buyurmaktadır.
Hadis-i şerifte geçen "günah" kavramının kapsamına insanın günah
kazanmasına sebep teşkil eden bütün hatalı davranışlar, "akrabalık
bağı" kapsamına ise bütün müslümanların hakları ve onlara haksızlıklar da
girmektedir.
Sehl b. Abdullah et-
Tusteri der ki: Duanın şartları yedidir. Birincisi tazarru, ondan sonra havf,
reca, devamlılık, huşü, genellik ve helal yemek gelir.
İbn Ata der ki: Duanın
rükünleri, kanatları, sebepleri ve vakitleri vardır.
Eğer duanın rükünleri
gerçekleşirse dua güç kazanır. Kanatlarına sahip olursa semaya doğru uçar.
Vakitlerine denk gelirse umduğunu elde eder. Sebeplerine denk düşerse de başarı
sağlar. Duanın rükünleri kalbin huzuru, kalp inceliği, Allah Teala'ya itaatle
boyun eğmek ve huşudur. Kanatları sıdktır (doğruluk ve samimiyettir.) Kabul
olunduğu vakitler seher vakitleridir. Sebepleri ise Muhammed (s.a.v.)'e salat-ü
selam getirmektir.
Şöyle de denilmiştir:
Duanın dört tane şartı vardır. Bunların ilki yalnız kaldığında kalbini korumak,
başkaları ile birlikte olduğunda dilini korumak, gözü helal olmayan şeye
bakmaktan korumak, karnı da haram olan şeylerden korumaktır.
Yine denildiğine göre
duanın şartlarından bir tanesi de kullanılan ifadelerde lahn (dil açısından
bozukluk) bulunmamasıdır. Nitekim şairlerden birisi şöyle demiştir:
"Rabbine Leys lahnederek dua ediyor Bu şekilde Rabbine dua ettiği zaman O
da duasını kabul etmez."
İbrahim b. Ethem'e: Bize
ne oluyor ki dua ettiğimiz halde duamız kabul olunmuyor? denilince şöyle cevap
vermiştir: Çünkü sizler Allah'ı bildiğiniz halde O'na itaat etmiyorsunuz.
Rasülünü bildiğiniz halde onun sünnetine uymuyorsunuz. Kur'an'ı bildiğiniz
halde gereğince amel etmiyorsunuz. Allah'ın nimetlerini yediğiniz halde bu
ni'metlere şükretmiyorsunuz. Cenneti bildiğiniz halde cenneti istemiyorsunuz.
Cehennemi bilip onu tanıdığınız halde ondan kaçmıyorsunuz. Şeytanı bildiğiniz
halde ona karşı savaş açmıyor, aksine ona uygun davranıyorsunuz. Ölümü
bildiğiniz halde onun için hazırlanmıyorsunuz. Kendi ellerinizle ölüleri
gömdüğünüz halde ibret almıyorsunuz. Kendi kusurlarınızı terkedip insanların
kusurlarıyla uğraşıp duruyorsunuz.
Hz. Ali (r.a) da Nevf
el-Bikali'ye şöyle demiş: Ey Nevf, şüphesiz Allah Hz.
Davud'a şöyle
vahyetmişti: İsrailoğullarına, Benim evlerimden herhangi birisine ancak tahir kalplerle,
huşu duyan gözlerle ve tertemiz ellerle girsinler. Çünkü Ben yarattıklarımdan
herhangi birisine yapılmış bir haksızlık bulunduğu sürece onlardan hiç
birisinin duasını kabul etmeyeceğim. Ey Nevf, sakın şair ve arif (belli
kimselerin ihtiyaçlarını yöneticiye götürmekle görevli kimse) şurti
(yöneticilerin güvenlik sorumlu ve yardımcıları) vergi toplayıcısı, öşür
toplayıcısı olmayasın. Çünkü Hz. Davud, gecenin bir vaktinde namaza kalktı ve
şöyle dedi: Bu öyle bir vakittir ki herhangi bir kul bu vakitte dua edecek
olursa mutlaka o saatte onun duası kabul olunur. Bundan ise arif, şurti, vergi
toplayıcısı, öşür toplayıcısı, tanbur ya da davul çalıcısı müstesnadır.
İlim adamlarımız der ki:
Dua eden kimse Allah'ım dilersen bana ver, Allah'ım dilersen bana mağfiret
buyur, Allah'ım dilersen bana merhamet buyur, demesin. Duasında ve dileğinde
böyle bir meşiet lafzını kullanmasın. Ancak dilediğini, yaptığını bilen bir
kimsenin edası ile Allah'tan istesin. Diğer taraftan dua ederken
"dilersen" diye bir ifade kullanmakda, adeta Allah'ın mağfiretine,
vereceği ihsanına ve rahmetine bir çeşit ihtiyacı yokmuş gibi bir anlam vardır.
Bir kimsenin başkasına: Bana şunu vermeyi arzu ediyorsan verebilirsin, demesi
gibi. Böyle bir ifadeyi kişi ancak ihtiyacı olmamakla birlikte muhtaç olmadığı
kimselere kullanır. Duasında zorunlu olarak ihtiyaç duyan bir kimse duasını
kesin olarak yapar, duasında talep ettiği şeye zorunlu olarak ihtiyaç duyan bir
kimsenin edası ile duada bulunur.
Hadis imamları -lafız
Buharı'ye ait olmak üzere- Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse
dua ettiği zaman kararlı ve kat'i ifadelerle dua etsin, hiçbir zaman Allah'ım
dilersen bana ver demesin. Çünkü zaten O'nu zorlayacak kimse yoktur."
Muvatta"da da:
"Allah'ım dilersen bana mağfiret et, dilersen bana rahmet buyur
(demesin)" şeklindedir.
İlim adamlarımız der ki:
"Kesin ve kararlı ifadelerle dua etsin" ifadesi mü'minin dua ederken
bütün gayretini ortaya koyması, duasının kabul olunacağını umması, Allah'ın
rahmetinden ümit kesmemesi gerektiğine delildir. Çünkü o, Kerim (son derece
cömert ve lütufkar) birisipe dua etmektedir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Kişinin
kendi halini (kusurlu olduğunu) bilmesi hiçbir kimseyi dua etmekten alıkoymasın.
Çünkü Allah, mahlukatın en kötüsü olan İblis'in dahi duasını kabul etmiştir.
İblis: Rabbim, diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, deyince Allah:
"Sen kendisine mühlet verilenlerdensin" diye cevap vermiştir.
Duanın çoğunlukla kabul
olunduğu bir takım zaman ve halleri vardır. Mesela seher vakti, oruç açma
zamanı, ezan ile kamet arasındaki vakit, Çarşamba günü öğle ile ikindi arası,
zorunluluk ve zaruret zamanları, yolculuk ve hastalık hali, yağmurun yağdığı
vakit, Allah yolunda savaş için saf olunduğu vakit gibi. Bütün bunların duanın
kabul olunma ihtimalini yükselteceğine dair rivayetler gelmiştir. Yeri geldikçe
bunlar açıklanacaktır.
Şehr b. Havşeb'in
rivayetine göre Umm ed-Derda kendisine şöyle demiş:
Ey Şehr, vücudunda hiç
ürperme hissediyor musun? Evet hissediyorum, deyince şöyle dedi: O vakit
Allah'a dua et. Çünkü o vakitte dua kabul olunur.
Cabir b. Abdullah der
ki: Resulullah (s.a.v.) Fetih Mescidi'nde üç gün dua etti. Pazartesi, Salı ve
Çarşamba günü iki namaz arasında onun duası kabul olundu, yüzünden sevindiğini
anladım. Cabir der ki: Ben de önemli ve ağır bir durumla karşılaştığım her
seferinde mutlaka o anı araştırır ve o anda dua ederim. Duamın kabul olunduğunu
bilirim.
4- Doğru Yola Ulaşmak
için:
Yüce Allah'ın: "O
halde onlar da Bana icabet ve Bana iman etsinler" buyruğu ile ilgili
olarak Ebu Reca el-Horasanı der ki: "Bana icabet etsinler; Bana dua
etsinler, demektir. İbn Atiyye der ki: Dualarını kabul etmemi Benden istesinler
demektir.
Bu (kip) istisnalar
dışında birşeyin talep edilmesini ifade eden "istifaI" babıdır.
Mesela, "Allah müstağnıdir" türünden ifadeler de bu babın (bu anlama
gelmeyen) istisnaları arasındadır.
Mücahid ve başkaları
şöyle demiştir: Benim kendilerini çağırdığım iman yani itaat ve amel hususunda
onlar Benim isteğimi yerine getirsinler, demektir.
Cevap vermek ve
isticabetin aynı anlama geldiği de söylenmektedir. Şairin şu sözleri bu
kabildendir: "O esnada hiçbir cevap veren onun isteğine cevap
vermedi."
Bu buyrukta yer alan
"sin" harfi zaid, lam ise emir lamıdır. "İman etsinler"
buyruğu da böyledir. Buradaki emir lam'ının sükun olması fiilin yalnızca
geleceğe ait olmasından dolayıdır. Bu bakımdan şart için kullanılan (...)
edatına benzemektedir. Bu lam'ın fiil dışında kullanılmadığından dolayı sakin
olduğu da söylenmiştir.
Reşad (doğru yol);
batılın, sapıklığın zıddıdır. Meraşid yola götüren şeyler; erşed yol; en doğru
en mutedil yol anlamındadır. Reşde kelimesi "zina"nın zıddı (yani nikah)
anlamındadır. Umm Raşid, farenin künyesi, reşdan oğulları ise bir Arap boyudur.
Bu açıklamalar el-Cevherı tarafından yapılmıştır. el-Herevı de der ki: Rüşd,
reşed ve reşad hidayet ve dosdoğru olmak demektir. Yüce Allah'ın: "Ta ki
doğru yola ulaşmış olsunlar (yerşudun)" buyruğu da bu anlamdadır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN